Türkiye’de ve dünyada ruh sağlığı alarm veriyor
Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Türkiye’de antidepresan kullanımının arttığını söylüyor ve ekliyor “Bundan 10 yıl önce yılda 12 milyon kutu antidepresan tüketilirken bugün 60-70 milyon kutu kullanımdan bahsediliyor.
Böyle giderse önümüzdeki 10 yıl içinde nüfusun yarısı antidepresan kullanıyor olacak.” Maalesef Türkiye’de işler pek yolunda gitmiyor.
Kadına, çocuklara, hayvanlara karşı şiddet haberleri her gün gazetelerde, televizyonlarda…
Toplumda artan antidepresan kullanımı, tahammülsüzlük, şiddet tavırları bir şeylerin ters gittiğini tasdikler nitelikte.
Alanında uzman bir isim olan Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan ile konuştuk…
YENİ TANIŞTIK
Antidepresan kullanımıyla başlayalım isterseniz. Antidepresan kullanımı ülkemizde neden bu kadar arttı? Yalnızca Türkiye’de değil dünyada da arttı. Ülkemizdeki artışın nedenlerinden biri antidepresanla yeni tanışmış olmamız. Bundan 10 yıl önce yılda 12 milyon kutu antidepresan tüketilirken bugün 60-70 milyon kutu kullanım - dan bahsediliyor.
Eğer böyle giderse önümüzdeki 10 yıl içinde nüfusun yarısı antidepresan kullanıyor olacak. Bu durumun üzerine çalışmamız lazım.
Manhattan’da, ABD’de, gökdelenlerin olduğu şehirlerde atık sulardan, kanalizasyon sularından alınan örnekler incelenerek antidepresan kullanımı ölçülüyor. Bizim de İstanbul’da bunu yapmamız lazım.
Türkiye’de de dünyada da ruh sağlığı açısından bir alarm var, bunu bir kenara not etmek gerekiyor.
İLAÇLA TEDAVİ EDİLMELİ
Hocam gerçekten psikolojik rahatsızlıklarımız var mı yoksa gündelik hayatta ‘Ben depresyondayım’ ya da ‘Ben takıntılıyım’ demek aslında sorumluluklarımızı mı azaltıyor? Depresif ruh haliyle klinik depresyonu karıştırmamak gerekiyor. Kişinin depresif ruh hali yani gün içinde kendisini kırgın hissetmesi olabilir.
Bir insanın geçmişine bakarken iyi ve kötü hissettiği zamanlara bakarız. Kendisini kötü hissettiği zamanların daha çok olduğunu söyleyen kişi ‘Minör’ depresyondadır. İsteme bozukluğu dediğimiz depresyon kişinin iyi bir ruh hali içerisine girememesidir aslında.
Bu durum 15 günden daha uzun sürüyorsa, kişi depresif ruh halin - den çıkamıyorsa bu durum ‘Majör’ depresyona dönüşebilir. Minör depresyon iyi hissetmeme halidir.
Majör depresyonun en büyük belirtisi ise hayattan, rutin işlerden, çay içerken zevk almamak ya da eskiden makyaj yaparken aldığı hissi bir daha hissetmeme ve makyaj yapamayacak hale gelme halidir.
Üzüntü halini yoğun hissetme, zevk aldığı işleri yapamama, ölümü sık sık düşünme, insanı intihara götüren fikirlerin olması, konsantrasyon bozukluğu, zihinde yavaşlama, uyku bozukluğu, cinsel istek bozukluğu, yorgunluk, enerji azalması, birkaç merdiven çıkınca halsiz kalınması belirtilerinin birkaçı varsa bu durum majör depresyon kabul edilebilir.
Majör depresyon klinik bir durumdur, serotonin eksikliği vardır ve ilaçla tedavi edilmelidir. ‘Kafana takma geçer, gez toz, kendi kendinin doktoru ol, idare et’ gibi tesellilerle geçmez. Ayağı kırık bir insana ‘Kendi kendinin doktoru ol’ demek ne kadar iyileştirici ise klinik depresyonda da ancak o kadar iyileştiricidir.
NORMALE DÖNMEYİ ÖĞRENMELİYİZ
‘Depresyondayım, takıntılıyım’ diyen kişiler günlük hayattan kaçmak için mi bir mazeretin arkasına saklanıyor yoksa gerçekten yardıma ihtiyaçları var mı? ‘Depresyondayım, takıntılıyım’ diyen kişiler genellikle depresyonda değillerdir ama kötü bir ruh halini ifade etmek için bu ifadeleri kullanırlar.
Eğer kişiler böyle konuşuyor ve uzmana danışmadan ilaç alıyorsa yanlış yapıyorlar. Antidepresan almak yerine sorunu çözme stratejilerini geliştirmeleri, zihinsel tekniklerle kendilerini rahatlatmaları, mutluluğa önem vermeyi öğrenmeleri gerekir.
Sonuçta hepimiz insanız, tahta değiliz. Beklentilerimiz, kızgınlıklarımız var fakat doğal stratejilerle normal ruh halimize dönmeyi öğrenmeliyiz. Bazı kişiler olayları abartılı yorumluyor, büyük anlamlar katıyor ve depresif ruh haline kolay giriyor. Bu birkaç saat sürerse sorun değil fakat birkaç hafta sürerse uzman yardımı gerekiyor.
ANLAMAK LAZIM
İntihar haberleri, her üç sosyal medya kullanıcısından birisinin psikolojik telkinlerde bulunması, aile travmaları, bilinçaltı sorunların sosyal medyada çok konuşuluyor. Bu konuların gündeme sık gelmesi neyin işaretçisi? Bazı konuların konuşulması kişinin zihin haritasında bu sorunların çözümü noktasında bir aksaklık olduğunu gösterir.
Açık açık konuşan kişiler bir arayıştadır ve bunun dozunu kaçırmazsa bu durum çözüm arayışına dönüşür. Fakat bu konuların zihinde sık yaşatılması kişinin ‘Psikolojik ihtiyacım var’ demesinin başka bir halidir. İyi bir kişiden, bir dosttan, uzmandan yardım almalıdır.
İkili ilişkilerde sürekli sorunlarından, travmalarından bahseden kişiler yakınmacıdır ve sorun odaklı yaşarlar. Bazı insanlar sorundan, bazı insanlar öfkeden beslenir. Bu durumu yaşam biçimi haline getirenler çözmeye çalışıp çözemediği zaman bu konularla ilgili arayışa giriyor. Onları anladığımızı hissettirmemiz gerekiyor. Aktif dinleyici olmak lazım.
Dikkatle dinleyeceksin, sonrasında negatifliğinin arka planında ne olduğunu tespit edeceksin. Negatif ölçekle hayata bakan insanlar ‘Ben yalnızım’ diyorsa, konuşmak ve anlamak lazım.
MODERNİZM EVLİLİĞİ BOZDU
Yeni evliliklerde boşanmaların artmasının bir nedeni de psikolojik sorunlar mı? Kişiler artık evliliği kaldıramıyor mu? Evliliklerde son yıllarda boşanma oranları arttı. 2017 yılı TÜİK istatistiklerine göre ilk beş yılda boşanma oranı yüzde 39, yani 100 evli çiftten 39’u boşanıyor.
Bu oran 10 yıl önce böyle değildi. Dünya ülkelerine bakıldığında ise özellikle Avrupa başta olmak üzere Batılı ülkelerde bu oranın yüzde 50’nin üzerinde olduğunu görürüz. Modernizm, evliliği ve aile hayatını bozdu.
Boşanmalarda psikolojik sorunların etkisi ise başlı başına bir sorun. Evlenecek kişilerin evlilik olgunluğunun olması gerekiyor.
Ehliyeti olmayanlar nasıl araba kullanamazsa evlilik olgunluğu olmayanlar da sağlıklı bir evlilik yürütemez. Çalışma, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na burada çok iş düşüyor. Ehliyet testi gibi evlilik testi olabilir.
Evlilik yeni bir yaşam çünkü. Bir gelinin evlilik ve gelin olma hakkında öğrenmesi gereken konular var.
Erkeklerin de öyle. Türkiye’de gençler açısından bu konuda boşluk var. Boşanma oranlarıyla özellikle gelişmiş ülkelerde açık evlilikler ortaya çıktı. Kadın ve erkek evliler ama başkalarıyla ilişkileri var veya nikahları yok ama yıllardır birlikteler. Nikahsız evliliği olanın çocuk sahibi olmaması gerekiyor çünkü insan eşinden boşanır ama çocuğundan boşanamaz.
Böyle birlikteliklerde yetişen çocukların geçmişi travmalarla dolu oluyor. Evlilikten korkuyor gençler. Durum böyle giderse 50 yıl sonra dünya yaşanılır bir halde olmayacak. Modernizm nikahsız hayatlara izin veriyor.
Evlilik kurumu yıpranırken çocuklar zarar görüyor. Bu konu ciddi bir şekilde masaya yatırılmalı. Evliliklerde ego savaşları çok fazla. Kişilik savaşlar rekabet duygusu ön planda.
Oysa evlilik rekabetin değil tamamlayıcılığın olması gereken bir alan. Taraflardan biri hakimiyet kurmak üzere evlenir diğeri de bu durumu kabul ederse teslimiyetçi evlilik olur ama mutluluk olmaz.
YATKINLIK GENİ
Psikolojik rahatsızlıklarda genetiğin etkisi nedir? Bazı psikolojik rahatsızlıklarda genetik nedenler bulundu ama bunlar hastalık değil yatkınlık geni. Alzheimer, şizofreni, bipolar bozukluk, otizm gibi hastalıklara yatkınlık geni var ve uygun koşullar oluşursa bu hastalıklar meydana çıkıyor.
Kişiyi şartlar hazırlıyor bir bakıma. Fırtınalı bir hayat, stres, beyinde artan serotonin ihtiyacı, vücudun yanlış protein üretmesi birbirini takip ediyor. Stres yönetimi yapabilen kişilerde ise hastalık uyuyor, canlanmıyor.
Beyin networkü çok önemli. Psikiyatrik hastalıklar ilk çıktığı anda gerçek anlamda en geniş şekilde tedavi edilmeli. İdeal tedavi yapılırsa hastalıktan geriye tortu kalmıyor, kişinin geleceği daha düzgün oluyor.
Uzun süre tedavisiz kalmış hastalarda ise düzelme şansı daha az oluyor. Tıpta vahşi çocuk vakaları var. Çocuklar doğal ortamda vahşi hayvanların yanında hiç insan görmeden büyürse onlar gibi davranıyor hatta insan olduğunu bile unutuyor.
Ortam çok önemli. İyilik ve kötülük eğilimi doğar insanın içinde var. Sosyal etki, çocukluk çağı travmaları, şartlar kişiyi iyi ya da kötü yapıyor. İNCELENMELİ
Hocam eşinde var olan psikolojik rahatsızlıkları yüzünden ortak alanları kullanamayan, ortak bir hayat yaşayamayan insanları duyuyoruz. Bu durumda olanlara ne tavsiye edersiniz? Aynı yatağa mı yatmıyorlar, birlikte yemek mi yiyemiyorlar, aynı evi mi paylaşamıyorlar bunlara bakmak lazım detaylı olarak. Ortak alanlarda eşine yabancı gibi görünebilir, zarar verme veya zarar görme korkusu olabilir.
Hepsi ayrı ayrı incelenmesi gereken konular. Belki dışarıda kendini daha güvende hissederken evde aynı güveni hissetmeyebilir. Çözülmemiş travmalar vardır geçmişinde, temelsiz korkuları varsa onlar ele alınmalıdır.
Psikolojik ilaç kullananlardan zaman zaman ilaçlarını herhangi bir uzmana danışmadan bıraktığını duyuyoruz. İlaç keyfi gerekçeyle alınıyorsa zararlıdır. En zararsız ilaç alınmamış ilaçtır.
Her ilacın kazancı ve kaybı vardır. İyi düşünmek lazım hasta o ilacı alırsa ne olur, almazsa ne olur? Bu kararı verecek kişi de uzmandır. Eğer uzman görüşü konusunda tereddüt varsa ikinci bir uzmana danışılabilir. İlacı komşuya, Ayşe’ye, Fatma’ya sorarak bırakmak sağlıkla kumar oynamaktır. Bir ilaç gerekiyorsa yıllarca kullanılabilir.
MARJİNALLİK GENİ
Hocam en son bir genç kızı öldüren katilin ifadeleri medyada yer aldı. Batı’daki sık sık önümüze çıkan seri katil hikayeleri artık Türkiye’de de mi var? Tüm bunlar bir komplo olabilir mi? Böyle senaryolar kurgulamaya gerek yok.
Türkiye’de bu tip adamların piyasaya sürülüp, ortalığın karıştırılmak istendiğini sanmıyorum. Her toplumda radikal kişiler mutlaka vardır. Bunların tamamını öldürelim deseniz yerine yenileri mutlaka gelecektir. Radikallik bir gendir, marjinallik bir gendir. Toplumda yüzde 3’ü geçmez.
Böyle kişilerin sosyal desteği zayıfsa daha da kötü olabiliyorlar. Burada topluma büyük iş düşüyor. Ceren Özdemir vakasında gördüğümüz gibi muhalefeti ilelebet düşmanlaştıran bireyler var.
Bu kişiler önceden alarm veriyor. Aslında yaptığı kötülük toplum tarafından karşılığını bulmuyor. Kedileri öldürenler, canlılara zarar verenler hep önceden verilen alarmlar. Toplum bunu görüyor ve rehabilite etmek için uğraşıyor. Esas mesele bu.
Ceren Özdemir vakasındaki kişi de hasta değil, böyle birine asgariden değil azamiden ceza verilir. Psikiyatri kontrolünden geçiriliyor tutuklular bu karar aşamasından önce sorunlu komşu, sorumlu yönetici toplum tarafından yaptıkları cezalandırılmamış insanlardır aslında.
Kötü duygular iyi duygulardan daha hızlı yayılıyor. Öfke kontrolü yapamayan kişiler daha saldırgan olabiliyor. Geçtiğimiz günlerde Hollanda’da genç bir kızı öldürmek suçundan yargılanan mahkûma, 14 yıl hapis cezası ve psikolojik tedavi zorunluluğu getirildi.
Öfke uyuşturucu özelliği olmayan ilaçlarla kontrol altına alınabilir. Kötü eğilimi olan insanların iyi ortamda daha farklı bir ruh haline büründüğünü görüyoruz. ATAERKİL YAKLAŞIM Aslında en önemli konuyu finale bırakmış olduk. Kadına yönelik şiddeti ataerkil topluma, İstanbul Sözleşmesi’ne ya da nafaka mağduriyetine bağlamak ne kadar doğru bir yaklaşım? 1969 yılında kadınlar için özgürlük hareketi başladı.
Fransız devriminden 1969 yılına kadar beden gücü zihin gücünün önündeydi ve erkek egemen bir toplum yapısı vardır. Bilginin ön plana çıkmasıyla kadınların sosyal hayattaki pozisyonunu değiştirdi.
Kadınlar ve erkekler eşit bir pozisyona geldi. Daha öncesinde kadının erkeğe itaat etmesi bekleniyordu. Otoriter erkek, sarhoş erkek, kadına evliliğin ilk yıllarında dersini veren erkek modelleri vardı.1960’ların sonlarından itibaren kadınlar özgürleşmeye başladı.
Zalim, acımasız, şiddet uygulayan kocaya daha önce boyun eğen kadın buna katlanmamaya başladı. Tabii bu süreç içinde feminizmde bir bölünme yaşadı. Bir grup kadınların özgürleşmesini savunurken diğer grup erkeklere düşman oldu.
Erkeklere düşman olan feminizm boşanmaları etkiledi, aile içi şiddet çoğaldı. ‘O bağırırsa sen de bağır, karşındaki tabak fırlatırsa sen de fırlat’ diyenler kadın ve erkek ilişkisini savaşa çevirdi. Burada toplumun yeni sorunlara eski cevaplar vermesinin de etkisi var. Oysa eski sorulara bile yeni cevaplar verilmesi gereken bir dönemdeyiz.
Evde huzursuzluk olduğunda kadına bağırma, gözünü korkutma eskilerin tabiriyle kedinin bacağını ilk günden ayırma söylemleri bizim kültürümüzde yok aslında. Fakat bu ataerkil yaklaşım ilişkilere bir şekilde yerleşmiş. Kur’an-ı Kerim’de, sanıyorum Nisa Suresi’nde geçen ‘Uyarma’ ifadesi bile dilimize ‘Vurma’ olarak çevrilmiş. Oysa kırmızı ışıkta geçeni trafikte uyardığın gibi eşler birbirinin uyaranı olmalı.
Bazı durumlarda zorlama yapılabilir ifadesi vurma olarak geçirilmiş. Darp olarak tercüme edilmiş. Bir bakıyorsun ‘Dayak cennetten çıkmadır’ diyorlar. Oysa Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in hayatında şiddet yok, vurmak yok. Eşleriyle ilişkisi, aile hayatı hepimize örnek. Kadın ve erkek ilişkilerinde aile hayatını yaşatmak gerekiyor.
Ataerkil kültür kadına yönelik şiddetin sebebi değil sonucudur. Kadın ve erkek sağlıklı bir ilişki kurmadığı zaman şiddet ortaya çıkıyor maalesef. Fiziksel olarak üstün olan şiddet uyguluyor ve bu durum bir sebep değil sonuç oluyor. Aile içi iletişimin artması önemli.
CİNSİYET ADALETİ
Peki, İstanbul Sözleşmesi’ni bu durumda nereye koyacağız? İstanbul Sözleşmesi toplumsal cinsiyet kavramıyla kadınlara ve erkeklere zarar veriyor. Toplumsal cinsiyet, kadın, erkek cinsiyeti, cinsiyet eşitliği kavramları ihtiyacı karşılamıyor.
Doğru olan cinsiyet eşitliği değil cinsiyet adaleti. Kadın ve erkek biyolojik ve psikolojik olarak eşit değil. Askerlik ve diğer fiziki alanda erkekler, duygu isteyen mesleklerde kadınlar neden daha başarılı düşünmek lazım.
Çocuklarla ilgili mesleklere daha fazla eğilimi var kadınların. Kadın ve erkek beyni farklı çalışır. Maalesef İstanbul Sözleşmesi ve onun neticesinde ortaya çıkan yasa 6284, çözüm üretmiyor. Kadının beyanında ‘Bana cinsel tacizde bulundu’ denildiği anda 20 yıla yakın ceza isteniyor.
Oysa bir iftira durumunda yeni mağdurlar ortaya çıkıyor. Aile içi ilişkilerin düzenlenmesinden çok aile içi düşmanlık artıyor. Aile sorunları öç alma duygusuyla çözüme kavuşamaz. İlişkilerde karşı taraftan intikam alarak aile toparlanamaz.
Aile içi ilişkiler için anlaşmazlık merkezlerinin kurulması gerekiyor. Bunları yapmak mahkemelerin görevi değil. İstanbul Sözleşmesi bizim kültürel dokumuza uymuyor. Sözleşme bu haliyle sanık sandalyesine oturtulup tartışılmalı.
İki aylık evlilik için ömür boyu nafaka istemi de ayı bir mağduriyet. Baskı, korku ve tehdit değil ancak iletişim aile içi sorunları çözer. Devletin bu konularda daha çok proje üretmesi ve bu konulara daha çok değinmesi lazım.